İstanbullu'ya ihtiyaç var!

Doğu ile Batı arasında uzanan büyülü bir köprü İstanbul... Yüzyıllara tanık, kültür mirasıyla dünyanın merkezi kabul edilen bir kent. Tarih arenasında “Kentlerin Kraliçesi” ismiyle anılan, içinde barındırdığı dinamizmiyle, adeta ruhu olan, yaşayan bir coğrafya.
Geçmişte “Dünyanın Başkenti” olarak kabul edilen, cazibesiyle çekim merkezi halini alan ve 2010 yılında Avrupa’nın kültür başkentliğine soyunan İstanbul’un geleceği, bu nedenle sadece İstanbullular'ı değil, dünyayı da yakından ilgilendiriyor.
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinde aktif bir rol oynayan ve İstanbul denince akla gelen ilk isimler arasında yer alan mimar Korhan Gümüş’le, Avrupa Kültür Başkenti projesini konuştuk.
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi nasıl oluştu?
İstanbul üzerine, şehircilik ve kentsel tasarım projelerini inceliyordum. Kent meydanlarının, işlevini yitirmiş olan kamusal yapıların, parkların dönüşümlerini araştırırken aslında hepsinin altından Avrupa Kültür Başkenti damgasının çıktığını gördüm. Bu programa başvurmanın, İstanbul için faydalı olacağını düşünerek bir grup kurduk.
Resmi başvurumuz henüz yokken, depremden sonra ilk toplantımızı gerçekleştirdik. Ardından, AB’ye üye olmayan ülkelerin Avrupa Kültür Başkenti olmalarına olanak sağlayan kararı, AB resmi gazetesinde okuduk ve hemen bir girişim grubu oluşturduk. Hiç vakit kaybetmeden çalışmalar başladı. Bir süre sonra yanımıza belediyeyi, yani merkezi otoriteyi de aldık.
11 Nisan’da İstanbul’un “Avrupa Kültür Başkenti” olarak önerildiğini ileten seçici kurul da özellikle bu girişimin sivil inisiyatif olmasının altını çizdi. Resmi bir başvuru olduğu halde, başvurunun altında sivil toplum kuruluşlarının imzasının yer alması dikkatleri çekti. Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi, İstanbullular'ın bir girişimi olarak ortaya çıktı. Seçici kurul da bunu çok önemsedi.
Siyasi otoritenin sahiplendiği sivil bir girişim olarak, bu projede iyi bir işbirliği modeli ortaya çıktı. Siyasi otoriteyi olması gerektiği gibi, programı temsil eden bir kurum haline getirdik. Zira, başka türlü başarıya ulaşamayız.
Projenin ilk kahramanları kimler?
Bu işin başında, ilk konuştuğumuz kişiler; Cengiz Aktar ve Arhan Kayar’dı. Daha sonra Açık Radyo’dan Gürhan Ertürk, İKSV’den Görgün Taner, Nilgün Mirze ile bağlantı kurduk. Son olarak da projeyi Nuri Çolakoğlu’na önerdik.
İstanbullu'nun hayatında neler değişecek?
Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesiyle, kültürün insanların hayatını nasıl zenginleştirdiğini ve nasıl daha rahat yaşamalarını sağladığını göreceğiz diye umut ediyorum. Bu program, kültürün izolasyonunu kaldırma ve halkın kültüre erişmesini sağlama yönünde önemli ilkeler içeriyor. Özetle, halkın katılımını istiyor. Yaratıcı enerjiyi ortaya çıkartmayı gerektiriyor.
Kültür tanımında sorunlar yaşanıyor. Türkiye’de kültür denince akla sadece kültür-sanat etkinlikleri geliyor. Hâlbuki kültür, insanların kendi çevrelerini bilgileriyle dönüştürmesini sağlar. Bilgi, bir araştırma ve yaratıcılık meselesidir, yeni teknikler demektir. Tüm yaşam alanlarını etkiler. Beraberinde kentin kültürel altyapısını geliştirir. Somut olarak, insanlar hayatlarında daha çok kültür merkezi görür. Ama daha da önemlisi kamusal hayatımız kültürle zenginleşir. Vapur iskelelerinden, meydanlara ve parklara kadar gözle görülür bir zenginleşme yaşanır. Şu anda halk, şehircilikten ve sanattan yararlanamıyor. Bahsettiğim ayrışma nedeniyle, daha basmakalıp fikirlere mahkûm oluyor.
Geçen süre içinde neler hayata geçti?
Proje, resmi olarak yeni onaylandı. Bugün de hâlâ devam eden, kurumsal yapının nasıl örgütleneceğine dair tartışmalar yaşandı. Yeni yasa hazırlığı yapılıyor. İlçe belediyelerine tanıtımlar yapılıyor. Yani, bir hazırlık süreci yaşanıyor.
Avrupa Kültür Başkenti'nin bir bütçesi bile yok henüz. Var olan küçük bütçe de sadece iki kişinin çalışmasına olanak veriyor. Şimdilik proje için Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından bir büro tahsis edildi, o kadar.
Önümüzdeki süreçte konulan hedefler neler?
Sonuçta 2010 bir ara aşama. Sonrasında da yapılacak çok şey var. Hangi adımların olacağı herkese göre değişebilir. Benim hedeflerim proje programlarını tartışmaya açmak, yeni proje çağrıları yapmak ve bu projeleri mümkün olduğunca yaratıcı kesimlere ulaştırmak... Yani, projeyi mevcut aktörlere ve mevcut gücü olan kurumlara değil, iş yapma isteği olan insanlara kadar ulaştırmak. Halkı işin içine ne kadar katarsak yaratıcı enerjiyi de o kadar yükseltiriz.
Dolayısıyla bu duruma “İnsanlar kendilerine iş fırsatı buldular, kültür programı yapıp eğlenecekler” diye bakmamak gerekli. Tam tersine bu işin halkı ilgilendirdiğini gösterecek yöntemler geliştirilmeli. Yaratıcı komite bunun için oluşturuldu. Bu komite hedefleri saptayacak, tartışmalarla alanları belirleyecek ve bu hedefleri farklı şeyler yapmak isteyen, yenilik peşinde koşan kurumlarla buluşturacak.
Bu dönemi, kentin çeperlerine kadar uzanan bir sürece dönüştürmek ve sonrasında da yaratıcı enerjiyi açığa çıkartacak bir yöntem izlemek gerekiyor.
İstanbul 200 yıl öncesinde kaldı!
İstanbul’un mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim kamusal örgütlenmemiz 19. yüzyıl modeliyle devam ediyor. Ayrışmış kamu hizmetleri var; birisi ondan, birisi şundan sorumlu. Bu kurumlar tek başına dönüşümü sağlayamıyor. Çünkü 19. yüzyılda temel amaç, kente “üretici kafası”yla çözümler getirmekti. Havagazı fabrikası kurup halka gaz dağıtmak, ulaşım sistemini kurup tarifeli seferlerle vapurları çalıştırmak gerekiyordu.
Şimdi ise insanları işin içine katarak ve kurumlar arasındaki etkileşimi sağlayarak kentin kendi stratejilerini belirlemesi gerekiyor. Zaten bu kamu düzeni 1980’lerden sonra tüm dünyada değişti. Bizim de kamu fikrini yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Eski kamu fikriyle ayakta durmamız mümkün değil.
Kültürün çok önemli bir rolü var burda. Projelerle insanları etkileşime sokmak, kenti birlikte düşünmek, farklı kamu yararı kavramlarını temsil eden gruplar arasında ilişki kurmak ve bunları bir potada eritmek gerekiyor. Artık kent böyle planlanıyor. Kent, bir büroda oturup planlanmıyor. Böyle bir model bir tek Türkiye’de kaldı. Avrupa Kültür Başkenti programı bunları değiştirmeyi hedefliyor. Başka çaresi yok.
Bu kentin hayatta kalması için dönüşümün yapılması gerekiyor. Bir mimar olarak, benim de 30 yıldır tüm çabam bu. Başka bir çıkar yol göremiyorum. Mimarlık 19. yüzyıldaki gibi eline kâğıt kalem alıp bina çizmek değil artık. Profesyonellik tanımı tüm dünyada değişti.
Kültür gıdıklayıcı, turizm ise gıdıklanan bir şeydir
İstanbul şu anda turizm yoluyla fosil bir kent olmayı seçmiş durumda oysa kentin can damarı kültür. Kültür gıdıklayıcı, turizm ise gıdıklanan bir şeydir. Para kazanmak için de bir şeyler yapmak gerekiyor. Örneğin, İstanbul’da yer üstündeki kültür varlıklarımız, aslında yerin altındalar. Üniversitelerde araştırılan bilgiler halka yeterince ulaşmıyor.
Ayasofya’yı ele alalım. İnsanlar geliyor, izliyor ve gidiyorlar. Başka bir taraftan baktığınızda, Eyfel Kulesi’ne giden turist sayısı, İstanbul’a gelen turist sayısından çok daha fazla. Oysa Eyfel Kulesi’nin Ayasofya’dan daha fazla değeri yok. Demek ki, insanların öğrenmeleri, araştırmaları, sürekli yaratıcı tekniklerle geçmişe ait bilgileri özgürleştirmeleri gerekiyor.
İstanbul’un en önemli kültür varlığı olan surları yıktılar. Yeniden inşa ettiler. Büyük bir bölümü yok edildi aslında. İstanbul, surlarını koruyabilen ender yerlerden biriydi. Bunun gibi unsurları göz önünde bulundurularak araştırmalar yapılsa, dünyaya tanıtılsa, çok büyük bir cazibeye kavuşabilir. Onun yerine, kültür arka planda bırakılarak, müteahhitlik işi olarak görülüyor. Maddi olarak da çok büyük zararlar veriliyor. 25 yıldır harcanan para, nerdeyse metro için ayrılan bütçeye yaklaştı. Verilen gerçek zarardan bahsedecek olursak, 1000 misli diyebilirim. Çünkü İstanbul’un surlarından bahsedemeyiz artık. Kendi elimizdeki değerleri tüketiyoruz.
Her şey kültürümüze sahip çıkmakla başlayacak…
Evet. İstanbul buna ihtiyaç duyuyor, dahası bir dönüşüm sancısı yaşıyor. Bu dönüşümü yaratacak olan şey kültürdür. Bir kere bu değişiklik yaşanmaya başlanırsa İstanbul’un sorunlarının adım adım çözüldüğünü görecek insanlar. Asıl mesele orda. İnsanlar bu değişimin, çıkar çevrelerine değil, kendi yararına olduğunu bilirlerse biz medeni dünyanın bir parçası olmaya devam ederiz.
İstanbul 19. yüzyılda değişim yaşarken Avrupa’nın taklidi bir modernleşme yaşamadı. İstanbul, New York yokken, New York gibi bir kentti. Biz bunu hep unutuyoruz. İstanbul’un çekim gücünü, yakın geçmişini gözardı ediyoruz. Bugün içinde nefes aldığımız hastaneler, üniversiteler hep 19. yüzyılda kuruldu. İstanbul, bu kurumlar kurulurken sancı yaşadı ama bir taraftan da kendi hayatını modernleştirdi. Dolayısıyla önce içinde bulunduğumuz modernleşmeyi anlamamız gerekiyor.
İstanbul geçmişinde, Avrupa kültür başkentlerinden geride bir modernleşme yaşamadı. Biz bu tarihi ihmal ettiğimiz için modernleşmeyi de tam anlamıyoruz. Hâlbuki tarih bilgisi bu işe yarar, yani geleceği kurmaya. Bu bizim kendi sorunumuz, kendi çelişkilerimiz, kendi yaşantımız. Yani, dışardan ithal edilecek bir şey değil. Bu proje, insanların modernleşme sürecine nasıl katıldığını gündeme getirecek.
Bu kadar önemli bir proje hayata geçmeseydi ne olurdu?
Aslında, bu projeyle her şey çözülecek değil. İstanbul’da büyük çelişkiler var. Bunlardan bir tanesi kentin deprem riski karşısındaki durumu. Kamu otoritesi, kural koyma vasfını kaybettiği için kent yakın tarihinde niteliksiz gelişti. Bu sorunu, “Hadi tüm binaları yıkalım, yeniden yapalım” diye çözemezsiniz. Sonra ulaşım sorunu var. Zaman, işgücü, çevre kirliliği ve maddi olarak müthiş bir kayba neden oluyor. İşin ilginci, ulaşım sorununu çözmek, yaşamaktan daha kolay ama biz zoru seçiyoruz. Çünkü bu tür katılım ortamlarına halk katılamıyor ama sorundan beslenenler katılıyor.. Bağımsız yaratıcı insanlara bu yüzden ihtiyaç var.
Kentin planlanabilir olması lazım. Bugün, tepeden inmeci, 19. yüzyıl modeliyle kenti planlayacağımızı zannediyoruz. İnsanlar bu planlara kendilerine işkence edilmek için uydurulmuş kurallar olarak bakıyorlar.
Kamu otoritesinin kural koyma vasfını geliştirecek şey katılımdır. Katılımcı bir yönetime geçmek gerekiyor. Bu proje olmasa da krizler buna neden olabilir. İstanbul çok büyük krizler yaşayacak. İnsanların hayat kalitesini geliştirmek için çaresizliğini göstermek gerekir. İnsanların eline bu fırsat verilirse çaba gösterirler. Halk cahildir, tembeldir diye bakmamak gerekir. İnsanların sadece, sorunlarla yüzleşme fırsatı olması lazım.
Bir kentin başına gelebilecek en büyük felaket
kentin kültürle ilgili olan kurumlarının kendi çıkarlarını temsil etmekten uzaklaşıp kente açılması gerekir. Bir kentin başına gelebilecek en büyük felaket; aydınların ve yaratıcı sermayenin bir sınıf gibi kendi çıkarını temsil etmesidir. Kültür programları bu sorunun aşılmasını sağlayabilir. Şehrin nasıl planlanacağı halkla paylaşılarak gözden geçirilmeli. Bu proje olmasaydı, tüm bu çabalar fakirleşirdi. İstanbul gibi bir kent, bu sorunları çözerek kendini geliştirebilir. Avrupa başkenti olmasa da bunu yapmak zorundaydı.
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul projesi, kültürün edilgen seyircilikten çıkarmayı hedefliyor ana felsefesi bu. “Birkaç etkinlik yapalım, bu etkinliklerle kültür başkenti olduk” diyelim, bu İstanbul için yeterli değil. İstanbul fazlasını istemeli.
Behice Özden
istanbul.com
- Görüntüleme: 3754